AVCI 2. Bölüm: "İkinci Şans"

 


•how to love - highlnd•
•••

Hayatım boyunca tereddütte olduğum anlarım azdı benim. Bir şeye karar vermekle yapmak arasında uzun uzun düşünmekten hoşlanmayan bir babanın kızından da beklenileceği gibi; düşünür, karar verir ve verdiği her kararın doğru olduğuna inanarak harekete geçmek için oyalanmazdım.

Büyük şeyler sanıyordum, küçük dünyamda ne kadar da önemli kararlar verdiğimi sanarak avutuyordum oysa kendimi. Bir geziye katılmak, ehliyet almak, gece dışarı çıkmak, okul tercihlerim… monoton giden hayatımda tek farklılıklar oldukları içindi bekli de onlara bu kadar büyük anlamlar yüklememin nedeni, belki de şu an daha önem arz eden bir durumla karşılaştırıldıkları için bana öyle geliyordu.

Önemsiz konuları ancak senin gibi bir kız bu kadar düşünür zaten!

Gereksiz yanımın azarlaması öylesine gergin bir tondaydı ki, sanki bütün algımın üzerinde bir ışık yakmış gibi, silkelendi zihnim.

Vicdanımın sesi miydi uzaklardan bana ulaşmak için yankılanan yoksa çoktan burnumun dibine kadar girmiş kulağıma fısıldayan korkum muydu, bu tedirginlik? Mantığımı konuşturmak istiyordum, mantığımın ikisi arasındaki mesafeyi kapatarak elime bir sonuç vereceğini sanıyordum çünkü.

Tanık ol.

Yurt binasının bir çalışma odası çoktan sorgu çukuruna çevrilmişti bile ve ben bu bilgiyi öğrendiğim andan itibaren tek yaptığım oturduğum koridor sandalyesinde bir iç muhasebenin terazisini tutturabilmek için uğraşmaktı.

Sıranın bana geleceğini biliyordum. Bizden önce buraya çağrılan kızlardan biri Nesli’ye, olayın olduğu gün kütüphanede olan herkesin tek tek sorgulandığını söylemişti.

Ela’yı gören, başka bir şüpheli gören, kan gören veya cinayeti gören ama yeter ki bir şey görsün de onu bir sandalyeye oturtup gerekli gereksiz bütün olayları dinleyelim, diyen bir üniformalı yığınının sıradaki adresiydi burası.

İki gün geçmişti ve gün geçtikçe artan bilgi kirliliğinden arta kalan birkaç hayali kan damlası, olduğu gibi rüyalarımdaydı. Ayrıntılarını hatırlamadığım ama net olmayan bir yüz tarafından köşeye sıkıştırılmanın, gerçek olmamasına rağmen, hissedilebilir huzursuzluğuyla geçiyordu saatlerim.

Günlerden pazartesiydi. Cuma gecesi koca kampüsün göbeğinde işlenen cinayetin çalkantılı dedikodularının bir nebze olsun dinmesi ve pazartesi daha normal hissedilmesi için yeterli sayılır mıydı bilmiyordum. İlgilenmiyordum, sebepsiz bir enerji beni sadece evime çekiyordu.

Dün sabah, ülke gündemine sıradanlaşmış bir kalıpla ama tanık olanların hayatına büyük bir sarsıntıyla giren haberin arkasından beni ilk arayan kişi annemdi ve telefonu açtığı an ilk söylediği şey, “Eve gelmek istersen, seni almak için hemen yola çıkarız.” Olmuştu.

Evet, demek istemiştim ama kampüs yerleşkesindeki yurtlarda ve lojmanlarda kalan bütün personel ve öğrenciler için giriş çıkışlar pazartesine kadar yasaklanmıştı. Bu bilgi beni iki kat sıkıştırılmış ve korku dolu hissettirmesine rağmen, panik halindeki anneme yansıtmamak için onlara, sorun olmadığını söylemiştim.

Sorun, hala aptal acılı tripleri yüzünden, gerçekten ne hissettiğini asla anlayamadığın Sude ve onun yersiz ağlayışları, kabuslara kurban edilmiş uykum, tedirgin fısıltılar, etrafta paranoyak iddalarla konuşan insanlardı.

“Tanem Öztok.”

Boş bulunduğum bir an, sallayıp durduğum bacaklarımda ani bir kasılmaya neden olarak duraklayıp, adımı seslenen kadın polise döndüm. Benim gibi birkaç kızın daha anonsla çağrılıp bekletildiği alanda gezinen gözleri, çekingen bir girişimle ayağa kalkmaya çalışan beni bulduğunda elindeki kağıda bir tik atıp, “İçeri gelin lütfen,” dedi.

Tanık ol.

Kulağımda dönüp duran bu sesin isteğini yerine getirmek için bütün mesaisiyle çalışan beynim, hangi taraf için emir vermesi gerektiğine hala karar vermemişti.

Onları görmüştüm ve eminim buradaki polislerde bunu bildikleri için şu an buradaydık.

Ortaya çekilmiş bir masaya oturmam işaret edildiğinde, aklıma öylesine yüklenmiştim ki neler olabileceğini hesap etmekten hiçbirinin yüzünü bile inceleyememiştim. Kalın bir erkek sesi, şüpheli olmadığımı sadece o gün olay yerinde olduğum için ifademe başvuracaklarını söyleyerek beni rahatlatmak istedi sanırım ama bu durum beni daha çok geriyordu.

Olay yeri, Ela’yı son gördüğüm arşiv odasıydı ve kulaktan kulağa yayılarak bana ulaşan bilgiler arasında, raflara sıçrayarak oradan aşağı sızan kan şelalesi,  onu sabah bıraktığım yere akmıştı.

Cinayet saatini bilmiyordum. Ela’yı bulan kişi, o gün buluşmaya karar verdiği ama aramalara cevap vermediği için çalıştığı yerde onu arayan iki arkadaşıydı. O saate kadar kimsenin Ela’yı fark etmemiş olması imkansız bir korkunçluktu ama daha kötüsü ben oradan ayrıldığım dakikalarda bunun yaşanmış olmasıydı.

Öpüşüyorlardı Tanem, sevgilisi tarafından öldürüleceği yere gelmekten çok uzaklardı.

Gereksiz yanımın, beni başka ihtimalleri düşünmeye iten bu çıkışına karşılık gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Evet ben de oradaydım ve evet bir cinayetten çok uzaktı ikisi de, ama aklımın sürekli o ana gitmesine bir türlü engel olamıyordum.

“Kütüphane kameralarında saat 13:16’da giriş yaptığınız görünüyor. Kademeli olarak devre dışı bırakılan kamera görüntülerinde en son yukarı çıkıyorsunuz. Doğru mudur?”

Saati ve bilgiyi teyit edişini, başımı sallayarak onayladım.

“Buradan sonrasını ve orada olma amacınızı bize anlatabilir misiniz?”

Kararlı kalabilmek için verdiğim çabanın her anı öylesine zordu ki, gerçekten korkmanın ne demek olduğunu yaşadığım belki de en net anımdı bu, benim.

Konuşmak için kafamı kaldırdığım an tam karşımda oturan erkek polis gibi diğer üç kişinin de gözlerinin üzerimde olduğunu fark ederek, bir suçluymuşum gibi kaçırdım gözlerimi.

Gördüklerini anlatmakta neden bu kadar ıkınıyorsun, diyen gereksiz yanım için öylesine sefil bir tutumdu ki şu an ki halim; belki de haklı oluşunu sindiremediğim için onu gereksiz diye etiketlemişti aklım.

Korkuyordum. Kütüphaneye gitme amacımı anlatırken birkaç kez kekeledim bile ama… o merdiveni çıkan ayaklarım arşiv odasına gitmek yerine, akademik kaynakların olduğu raflara yürüdüğünü anlatırken, yalan söyleyen dilim ağzımın içinde dönmekte zorlandı.

Kameraların bile devre dışı bırakılacağı kadar planlı bir cinayet ve aynı saatlerde bu işlemin yapılması kafamda katili keşfetmem için verilmiş küçük ekmek kırıntılarından başka ne olabilirdi ki?

Ya oysa?

Oysa ve onları gördüğümü bile bile, yakalandığında görgü tanığı olduğumu anlarsa. Korkuyordum.

Tamamen ikiye bölünmüştü aklım, ruhum, beni insan yapan her şey işte. Ya sevgilisiyse ve ben bu durumdan kendimi sıyırarak Ela’nın yaşamına haksızlık yapıyorsam ya bunun sonu benim de canıma dokunursa? Belki de hiçbiri, ya sevgilisi de suçsuzsa ve ortalıkta kana susamış bir katil elini kolunu sallayarak geziyorsa?

Sorular ve çığlık atarak annemden gelip beni buradan almalarını istemek arasında bütün bedenim huzursuzlukla sancılanıyordu artık.

“Eklemek istediğiniz bir şey var mı?”

Başımı iki yana sallayarak olmadığını belirttim ama beni bu aptallığımdan vazgeçirecek bir şey duymaya fazlasıyla ihtiyacım vardı.

“Bir şey sorabilir miyim?” Başımı kaldırıp aynı teşkilatın içinde olan bir babadan ne öğrendiysem onu uygulamaya çalışarak, biraz olsun şüphe çekmemeye çalıştım. Belki de benim sakladığım bilgi yaşanılanlar arasında o kadar da önemli bir ayrıntı değildi.

Gerginliğimi anlamış olacak ki ayakta bekleyen ve yaşı nedeniyle daha anaç bir gülümseme takınan kadın polislerden biri, bir adım öne çıktı.

“Tabi ki?”

“Herhangi bir gelişme var mı?” yutkunmamı gizleyebilmek için çenemi aşağı indirip, vücut dilime gözünü dikmiş diğerlerinden bunu saklamaya çalıştım belki de gözlerine daha çok soktum bilmiyorum. Bugün herhangi bir şeyi doğru veya yanlış yapıp yapmadığımdan emin olmadığım en net günümdü.

“Veya herhangi bir şüpheli?”

Kadın polis,  hafif bir tebessümle başını iki yana sallayarak bana bir şey veremeyeceğini çoktan  belli etmişti.

“Maalesef. Soruşturmanın akıbeti için bilgi vermemiz mümkün değil. Ama korkmanızı gerektirecek bir durum yok. Giriş çıkışlardaki sorgulama ve okul içindeki devriye güvenlikleri arttırıldı. Rastgele bir saldırı değil, bu sebeple benzer bir olayın yaşanmasını beklemiyoruz.”

İçimi mi rahatlatmaya çalışıyordu yoksa görevlerini iyi yaptıklarının vurgusunu mu yapıyordu, yaşayıp görmek için doğru zamanlar değildi. Yine de başımı sallayarak kabul ettim açıklamasını ve düşünmek için biraz zaman tanıdım kendime. Ailemle konuşmalıydım. Babam bana en doğrusunu söylerdi, o da eskiden sahada bulunmuş bir polisti.

“Teşekkür ederim.” Diye mırıldanıp sandalyemde kayarak uca geldim, buradan çıkmak için onaylarının bekleyerek.

Sorgumu yapan adam bana teşekkür ederek, herkese verilen karttan bana da verdi, “Aklına gelen, duyduğun veya gördüğün herhangi bir şey olursa, önemli ya da önemsiz fark etmez, bu numarayı arayabilirsin,” diye üzerine bastırmayı da ihmal etmedi.

Başımı sallayarak onu onaylayıp, sorgumu bitirdiklerinde koşmamaya çalışarak çıktım odadan. Sırasını bekleyen Neslihan, beni gördüğünde oturuşunu bozmadan, “Nasıl geçti?” diye sordu.

Omuz silktim ve onun yanına bıraktığım dev kol çantama kimliğimi ve polisin verdiği kartı rastgele atarken acele ettim.

“Gergin, sonuç yok, neden yok, sadece dakikası dakikasına ne yaptığını anlatıyorsun.” Dedikten sonra sanki upuzun bir cümle kurmuşum gibi nefesimi vererek çantamı sağ omzuma atıp kulpuna yapıştım.

“Her neyse. Seni beklemesem sorun olur mu? Derse yetişmem gerekiyor.”

“Olmaz,” dediği an orada daha fazla duramayan ayaklarım harekete geçti ve çıkışa doğru yürüdüm.

“Dersin kaçta bitecek bana mesaj at. Lab’da buluşalım.”

Cevap vermeden onu duyduğumu anlasın diye elimi kaldırıp, yine aynı elimle kapıyı hızla iteleyerek önce yurt  binamdan sonra da, söylendiği gibi, personeline polislerin de eklendiği güvenlik kapısından çıktım.

Dışarısı kalabalıktı, kız arkadaşlarını almaya gelen erkek öğrenciler ve gruplar halinde çıkış yapan kızlar arasından geçerken herkesin üzerine sinmiş pusuda bekleyen tehlike hazırlıkları, yeterince gergin değilmişim gibi iyice geliyordu üzerimde. En bilindik en kalabalık yoldan fakültelere yürürken etrafıma bakmamak için zor tuttum kendimi.

Uzun bir aradan sonra saçlarım açık ve eğdiğim kafam sayesinde yüzümün iki yanını kapatıyordu. Bir ardiyeyi andıran çantamdan güneş gözlüğümü bulup takarken beyaz tişörtümün üzerine giyindiğim kot ceketimin üzerinden, kollarımı birbirine bağladım.

Kendimi neyden veya kimden sakladığımı bile bilmiyordum. Paranoyak bir kalabalığın ortasında tek başıma yürümekten değil de, bildiklerimin bir cinayet için önemsiz parçalar olduğuna kendimi inandırma çabamın anlamsız utancından da saklanıyor olabilirdim.

Derse girdim, Nesli çoktan buluşmak için mesaj atmıştı ve diğer dersimin bitimine kadar beni bekleyeceklerini söylediğinde, aklımın eline yeni bir tedirginlik vermişti çiğnemesi için. Dalgındım. Annem bir kez aramış babamda gruba iki mesaj atmıştı. Aynı yere, öyle olmamasına rağmen dersteyim yazıp telefonumu çantama koymak için kafamı çevirdiğim an birine çarparak sarsıldım.

Elindeki sıcak içecek, her ne ise, olduğu gibi ikimizin arasına döküldü ve aynı anda şok içinde birbirimize sonrada kaldırımın üstündeki lekeye baktık. Kahve yeşil olmasından mı yoksa… yoksa neyden bilmiyoruz Tanem, ama bir an rahatladığımı hissederek karşımdaki çocuğun hala şaşkınlıktan afallamış suratına öylesine bakarak yere çöktüm.

“Tanem!” Önünde durduğumuz Lab’ın içinden bana seslenen Beste’nin sesini duysam bile tek yaptığım daha hızlı konuşmaktı.

“Afedersiniz! Az kalsın sizi yakıyordum.”

Ben yere düşen karton bardağı ve diğer ıvır zıvırları toparlarken, önemli olmadığına dair bir şeyler söylüyordu. Açık bıraktığım için her hareketimde sağa sola, yüzüme yapışan saçlarıma öfkelenerek elimdekileri yakındaki çöpe atmak için ayağa kalktım.

Aynı anda hala bekleyen çocuğun telefonu çalmamış ve cevap vermemiş olsaydı ona yeni bir kahve almayı teklif edecektim ama konuştuğu kimse yüzü az önceki stabil tonundan uzak ve daha fazla sevimliydi artık.

Aynı anda harekete geçtik ve ben kısa bir kestirip atan veda için elimi havaya kaldırırken, ben, “Tekrar özür dilerim,” dedim; o ise, el hareketimi yanlış anlayarak, tokalaşmak istediğimi sanıp, bambaşka bir hamle yaptı.

“Ben virüs.”

Ne yeni biriyle, ne de onun komik girişimleriyle uğraşacak kadar kendimi iyi hissettiğim bir gün değildi. Yeni insanlarla iletişime geçmeyi zaten sevmediğim için hala kulağında duran telefonunu bir kaçış olarak kullanıp, ikinci kez bana seslenen kızlara doğru yöneldim. Yaptığım kabalıktı, çocuğun yüzüne gerçekten baksaydım eğer belki daha sonra ona bir içecek alırdım ama özellikle içinde olduğumuz şu günlerde, iletişimsizlik daha iyi hissettiriyordu.

Buna gerek olmadığını söylememe rağmen, Neslihan, Beste ve Beste’nin erkek arkadaşı, diğer dersimin bitimine kadar bekleyip yurda birlikte dönmek konusunda ısrarcı olduklarında, onları kabul edip onlarla yurda döndüm.

Amacım üstümü değiştirip kızların odasına gitmekti ama olay gününden bu yana görmediğim oda arkadaşımı, yatağında otururken gördüğümde, yeni açtığım kapı aralığında bir an durakladım. Sude, gelenin kim olduğuna öylesine bir bakıp çalmaya devam eden telefonunun ekranına çevirdi yüzünü.

“İyi akşamlar,” diyerek çantamı onunkiyle yan yana duran yatağımın üzerine bırakıp, cevap vermemesine takılmadan, dolabımdan kıyafetlerimi alarak banyoya girdim. Üzerimi değişmek için oyalandığım dakikalara rağmen tekrar döndüğüm odanın içinde telefon hala çalmaya devam ediyor ama asla cevapsıza düşürülmeden, sesi de kısılmıyordu.

Konuşmak istiyordum, hatta bütün geçimsizliğimize rağmen ona nasıl olduğunu sormak istiyordum ama cümleye nasıl başlayacağımı bilemeyerek elindeki telefonu bahane ettim.

“Açmayacak mısın?”

“Annesi.” Verdiği cevap hep sabırsız bir hızda hem de fısıltı kadar güçsüzdü ama o aitliğin Ela’ya ait olduğunu hemen anlamıştım.

Telefon sustu, tekrar çalmaya başladı. İki gün önce evladını kaybetmiş bir annenin, kızının en yakın arkadaşlarında teselli bulacağı birkaç cümle duyma çabası mıydı bu ısrarı; eğer öyleyse o kadar hüzünlü bir an olurdu ki Sude ve Ela’nın annesinin konuşmasını dinlemek…

Annemi aramalıydım. Onu geçiştirmek daha önce hiç yapmadığım bir şeydi çünkü kaybedilen şeylerin geride bıraktığı özlem dolu değerleri, bana öğreten annemdi.

“Belki teselli olmak istiyordur Sude, kadını cevapsız bırakmasan?” Ona akıl vermek ne benim huyumdu ne de Sude’nin egosunun kabulü, ama bu gereksiz yere atıştığımız o anlardan biri değildi.

Sude söylediğimi kabul etmeyerek başını iki yana sallayarak , “Beni affetmeyecek,” dediğinde; itirazının benim önerimle alakası bile yoktu.

Bunu anlamsız buldum, bilmiyorum beklide kendi kendime teoriler uydurmak istemediğim için, sordum.

“Kim?”

Annesi demesini beklerdim, “Ela…” cevabını değil.

Saçmalıktı. Aralarının bu kadar iyi olduğunu bilmiyordum çünkü Sude ile o kadar yakın değildim. Ayrı fakültelerdeydik. Sude okulunu uzatmış hala son sınıfta olan bir mühendislik öğrencisiydi, bu yüzden aynı ortamlarda çok sık görmemiştim onları.

“Ela neden seni affetmesin ki, sana bir kırgınlığı yoktur eminim, onu böyle anmak sana da iyi gelmeyecek.”

“Aptaldı… Kendi hatasıydı.”

Neyi?

“Ölümü mü?” Kurcalamak istemiyordum ama beni durduran hiçbir zerrem bile yoktu bu konuda. Pişmanlık başıma bir bela açar diye ödüm kopuyordu ama dayanamayarak üsteledim.

“Ne, kendi hatasıydı Sude? Bir şey mi biliyorsun?” Beni rahatlatacak bambaşka bir şey biliyor olması için o an her şeyi verirdim. Beni yüzde elli ihtimallerimin kafa karıştırıcılığından kurtarmasını o kadar ihtiyacım vardı ki…

“O gerizekalıya söyledim!” Bir ölünün arkasından yeteri kadar erdemli bir başlangıçtı çünkü bu!

“Boyundan büyük işlere karıştığını, ona söyledim. Sürtük! Yaptığı sadece buydu, bulduğu herkesle sürttü! Ne sanıyordu, değerli olduğunu mu? Gerizekalı!”

Benim için kim olduğu önemli değildi ama arkadaşı, çok yakın arkadaşının ölümünün arkasından konuşmak için seçtiği kelimeler öylesine kanımı donduruyordu ki.

“Sakinleş!” diyerek onu uyardım çünkü Ela vahşice katledilmiş olmasına karşılık en azından biraz saygıyı hak ediyordu; bu yersiz yakıştırmaları değil. Ortada hayattan koparılmış genç bir kız vardı!

“Sakin mi olayım!?” Sude sonunda çalmaya devam eden telefonu sessize alırken inanamayarak baktı bana ve başını ileri uzatarak ayağa kalktı.

“Hepimiz öldürecekler…” Kanım donuyordu, parmak uçlarımda başlayan bu uyuşukluğu hissediyordum evet.

Çenesini ileri uzatarak üzerime bir adım geldiğinde tüm irademi geri gitmemek için kullandım. Ben korkak bir kızdım. Tehditle kolay vazgeçirilebilir, kelimelerle kolay ikna edilebilir ve yönlendirilebilir.

“Kimseye bir şey olmayacak. Polisler her yerde.” derken söylediğime inanmak da, inandırmak gibi de bir derdim yoktu.

“Hah!” gülüşü histerik bir ağlayışın ilk hıçkırığı gibiydi. “Engel mi olacaklar? O burada, okulda, dışarı çıkması senin benim gibi kontrollü, hala elini kolunu sallayarak geziyor! Sıra bana da gelecek!”

Sude’nin bağırışında odaklanmam gereken çok nokta vardı belki. Korkmuş, ne söylediğini bilen kelimeler, kimden bahsettiğini bilen imalar, gizlenen bir şeyler.

Ben ise tamamiyle allak bullak, kaşlarımı çatarak başımı iki yana sallarken sesimi yükselttim. “Bunu seninle ne ilgisi var?”

“Var!” Gözleri inanılmaz bir hızla dolup geri geri yürürken kalktığı yatağına tekrar oturdu. “Var anlıyor musun? Benimle de diğer kızlarla da alakası var!” Hıçkırarak ağlayışına acılı bir giriş yaptı.

“Ölmek istemiyorum..!”

Bu kadar! Gereksiz yanım avazı çıktığı kadar bağırıp dahasını kabul etmeyerek kaldırdı ellerini.

Onu teselli etmek isterdim. Normal şartlar altında ona sarılırdım bile ama hayır! Bir şeyler biliyordu, yemin ederim katili bilmediğinden bile şüpheliydim ve buna dahil olmak istemiyordum.

Kapının önündeki çantamı kaptığım gibi odadan çıktım ve tahliye merdivenlerinin dört duvarına sığınarak sakinleşmek için bir köşeye oturdum hemen. Yap Tanem. Yapma Tanem.

Hangisi bendim? Biraz mantıklı ve sakin düşünmeye zorladım kendimi. İlk kez burnumun dibinde bir cinayet işleniyordu ve ben birkaç gün sonra karakterimden unutacak kadar, duyarsız bir insan olarak yetiştirilmemiştim.

Aynı merdivenlerden önce yurt binasının dışına oradan da güvenlikten çıkıp yurdun karşısındaki büfeye yürüdüm. Neyi gizliyordum bilmiyorum, bulmak isteseler bu yapacağımda da bulurlardı ama… ne yaptığımı o kadar bilmiyordum ki…

Çantamdan polisin bana verdiği kartı çıkardım ve komiser isminin altındaki numarayı büfeden tuşlarken, bunun beni de yakacak şekilde sonuçlanmaması için dua ettim içimden.

Sorgumu yapan polisin sesini hatırlamıyordum ama ahizedeki ses güven verecek kadar tok geldiğinde, biraz da buna aldanarak, hemen döküldüm.

“Sizi arayabileceğimi söylemiştiniz…”

“Kimine görüşüyorum?” Arkadan gelen kağıt sesleri bir anda durduğunda iyice panik olarak titreyen sesimle hızla cevap verdim. Korkuyordum.

Bunu saklamadan itiraf ettim. “Korkuyorum.”

“Üniversitedeki cinayet. Ela. Bir önemi olacak mı bilmiyorum ama söylemek istiyorum. O gün Ela’yı arşivde gördüm. Konuştuk.”

Beni kovdu. Keşke benim yerime yanındaki çocuğu kovsaydı. İhtimaller bana çığlık arttıracak gibiydi. Büfedeki adamın bakışlarından uzaklaştım, çevredeki insanların uğultusu, arada bir basılan korna sesleri o kadar geldi ki üzerime… Polis bana bir kez da, “Bana adını söyler misin?” diye sordu ama onu duymayacak kadar psikolojik baskı altında hissediyordum kendimi.

“Yanında biri vardı. Bir erkek. Erkek arkadaşıydı sanırım, samimilerdi. Oraya sadece bir ödev için gitmiştim ama onlar… Genç biri. Boyu uzun ve zayıf. Koyu kumral, kirli sakallı, mavi gözlü.” Tek solukta tarif ettiğim mavi gözlerdeki alayı hatırlamak için öylesine lanet bir andı ki…

“Beni gönderdiler, konuşmuş sayılmam. Saat öğleden sonraydı,” dedim ve telefonu yerine çarparak oturttum.

“Özür dilerim,” bana ters bir bakış atan büfedeki yaşlı adamla muhatap olamamak için titreyen ellerimle fazladan bir yirmilik çıkarıp sakız paketlerinin üzerinde bırakarak kaldırımdan aşağı attım kendimi.

Kasılmaktan ellerim ve ayaklarım titriyordu artık. Adım atamadığımı, bunun için dizkapaklarımın açılıp kapanmakta zorlandığını hissederek yurt bahçesine girer girmez, sessiz bir köşede kaldırıma oturdum. Sakinleşmek istiyordum, sadece bunun benden çıktığını bilerek kendimi daha rahat hissetmek.

Ela’yı gördün, en son kiminle gördüğünü, nerede olduklarını, tam da öldürüldüğü yerde olduklarını, paylaştın polisle Tanem. Kim suçluysa cezasını çeker, suçlu değilse o da senin gibi sadece ifade verir ve…

“Tanem?”

Düşüncelerim kendi adını ilk defa böylesine korkuyla duyarak sıçradığında, oturduğum yerde boş bulunup sola doğru büktüm bedenimi.

Sıkıca kapalı gözlerimin arkasından, ayırt ettiğim Neslihan’ın sesine fazla tepki vermiş olduğumu ona gösterdiğim için pişmanlıkla kaldım öyle.

“Ödümü patlattın.” Soluyarak sıkışmış kaslarımı rahat bırakıp soluyarak yüzümü ona çevirdim.

“Dışarıdan geldiğini gördüm, neredeydin?”

“Şarjım bitmişti, annemi aradım.” Onu gerçekten aramalıydım artık.

Yalan söyleyen gözlerimi sağda solda boş boş gezdirirken arada denk gelen gözlerimizde birkaç kez daha bunu devam ettirdiğinde, saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırarak başımı iki yana salladım, bu dik bakışlarının nedenini sorarak.

“Ee?”

“Ne ee?” diye bir şüpheyle sordum, sanki burada ki suçlu kişi benmişim gibi.

Belki de masum birini zan altına bırakacak ihbarı sen yaptığın içindir.

Gereksiz yanım her zaman ki adını yaşatandı, “Gitmiyor muyuz?” diyen Nesli ise, her zamankinden çabuk bırakmıştı sorgulamayı.

Çantamı alıp oturduğum kaldırımdan kalkarak ona yaklaştığım an, savunmasızlığın irkilmesini görmüş gibi bir elini omzuma atarak beraber adımlamamızı sağladı. Ona uydum ve sakince iyi olup olmadığımı sorduğun zaman, ona bir yalan daha söyleyerek, “Sude iyi değil,” dedim.

Ona aramızdaki çatışmalardan ve kızlar ıda paranoyak yapmamak için, Sude’nin teorilerinden bahsetmeden onu acındırdım.

“Sürekli ağlıyor, Ela İle sandığımdan daha yakınlarmış, kızın annesiyle falan konuşurlarken odada duramadım,” Ağzımdan çıkan her kelime de tıpkı Sude gibi, sandığımdan fazlasıydı.

“Olanlar çok vahşice. Böyle şeyler beni zaten etkilerdi, şimdi burnumun dibinde yaşanıyor olması…”

“Kim böyle ölmek ister ki… Bilmiyorum. Ortalıkta dedikodular dönmeye başlamış bile.” Dediğinde sorgulamak veya bana bir huzursuzluk daha yaşatacak bilgiden kaçınmak için, kafamı kuma sokmayı tercih ettim.

“Her neyse.” Kolunun altından çıkarak yüzünü görebileceğin kadar uzaklaşıp yan yana yürümeye devam ederken sordum.

“Buluşmadan sonrası nasıldı? Hiç konuşmadık.”

Neslihan her zaman, çabuk aşık olan, çabuk harekete geçen, çabuk unutup, çabuk kararlar veren bir kızdı. Bu yüzden Ela hakkında söylenilenleri de unutması için ona Tolga’yı sormam yeterli geliyordu.

“Harikaydı. Beklediğimden de harika hatta.” Abartıyordu, bundan öncekiler için de aynı şeyi söylemişti çünkü. Tek farkla bu kez kur yapan kişi Tolga’ydı ve bu ilgi Nesli’yi bir süre daha yumuşak bir kıvamda tutacağa benziyordu.

Her hareketinden içi giderek bahsedilen Tolga’yı tanımıyordum, cinayetin olduğu akşam tanışmıştık ama muhatap olduğu kişi ben değildim. Koca üniversitede birkaç kez aynı masada oturup iki tarafın da arkadaş çevresiyle ortak bir iki eğlenceden sonra, yolda görünce öylesine bir selam verişten ileriye gidecek biri olmayacağını bilsem bile, Nesli’nin hevesini kırmadım.

“Sizi daha öncesinden de tanıyormuş,”

Şaşırmış gibi kaşlarımı kaldırırken asansörün düğmesine basarak, “Öyle miymiş?” dedim. Elbette tanıyordu, sonuç olarak, seni uzun zamandır izliyorum, diyerek tavlamıştı Nesli’yi ve bu yarım akıllı arkadaşımın egosu için yeterliydi.

“Fazla konuşamadık, malum okul gündemi onların fakültesinde daha çalkantılı.”

Her muhabbetin sonu aynı noktaya çıkmasından artık bunalarak, “Odaya gitmek istemiyorum,” dediğimde Nesli’ teklifin devamını kendisi getirdi.

 “Eşyalarını al bizim odaya gel.” Dediğine uydum. Sude duştaydı bunu fırsat bilerek onunla yeniden karşılaşmadan üzerime rahat kıyafetler giyip, çıktım odadan. Ama bu kez ertelemeden merdivenlere oturup annemi aradım.

İlk arayışım meşgule düştü, ikinci kez arayamadan annemin çağrısı ekranda belirdiğinde, gülümseyerek açtım telefonu. Aynı anda aramıştık birbirimizi, aynı anda bunu hissetmek garip geliyordu her defasında ama öyleydi. Israrcı bir kadın değildi ama her seferinde huzursuz hissettiğim an telefonumda onun adına bir bildirim bırakırdı.

Ne kadar babacı bir kafada olsam da bütün ruhum o kadın için büyük bir bağlılık hissediyordu.

“Anne?”

“Tanem…” Benim şakıyan sesime rağmen öylesine bir nefes vermişti ki, gözlerini kapatmış başını iki yana sallayan sakinleşme anı gözlerimin önüne geldiğinde,  gülümseyerek onu rahatlatmaya çalıştım.

“Kafayı yiyeyim istiyorsun değil mi? Annem beni merak ederken kudurup dursun, diyorsun?!”

“Ama annecim…”

“I ıh. Bu kez işe yaramayacak,” diyen babamın sesi araya girdiğinde gözlerimi devirerek ayaklarımı merdivende uzattım.

Ne zaman annemin duygularını sömürsem buna izin vermeyecek tavrıyla araya giren babam sayesinde, bu akşam epeyce bir azar işiteceğe benziyordum.

“Aklımız sende. En azından bir mesaj yazsan parmakların kopmaz değil mi?!”

“Annecim babacım özür dileyerek bu teknoloji çağında beni dünyaya getirdiğiniz için sizi suçlamak istiyorum. Teknolojiden nefret ediyorum.”

Arkadan kıkırtısı gelen babamı azarlayan annemin sesini duyduğumda, sanki güldüğümü görüp bana da çemkirecekmiş gibi dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Eminim dumanla haberleşsek daha sık konuşurduk,” babam kendi söylediğine bu kez daha çok güldüğünde bir patırtı sesinin ardından sesi gelen sadece annemdi.

“Babamı bir çukura gömmedin değil mi?”

“Kes zırvalamayı, onu odasına kilitledim. Yani kendi bok çukuruna.” Babam ve onun cinnete sürükleyen çalışma odası.

“Tanem.” Şakalar ve ciddiyetsiz tavırlar anında bir sesin kölesi gibi çekildi kenara ve annem hissedebildiğim endişesiyle kıstı sesini.

“İyiyim anne. Her şey normale dönmeye başladı. Polis neredeyse herkesi sorguladı. Kapıda bir sürü polis var, heryer polis. Daha önce hiç bu kadar güvende hissetmemiştim.”

Hiç bu kadar tehlikede…

Annem içine sinmese bile, “Biliyorum,” dedi. éneslihan Anlattı.”

“Onunla mı konuştun?” Bir anda kaşlarımı çatarak uzattığım bacaklarımı kendime çektim hızla.

“Evet sana ulaşamayınca onu aradım. Az önce konuştuk.”

İçimde öylesine bir sessizlik baş gösterdi ki… Kızın gözünün içine baka baka yalan söylemek mi daha kötüydü yoksa bunu didikleyecek bir kıza söylemek mi?

“Yurdunu değişmek ister misin?”

Ne?

“Ya da buraya dön. Geçiş yaparsın.”

“Anne bir dakika…” Kafamı silkeleyerek ona yetişmemi engelleyen düşünceleri yolumdan çekmeye çalıştım.

“Antalya’ya dön.”

“İzmir’e gelmem için ısrar eden sendin anne.”

“Evet. Şimdi de bunun iyi bir karar olmadığını düşünüyorum. Sen de düşün. Hatta haftasonu gel. Bunu konuşalım. “

“Anne…”

“Lütfen Tanem… Yanıma gel.”

Ne diyeceğimi bilemediğim için onu kırmayarak isteğini kabul ettim.

Annemle son konuşmamız bu oldu çünkü olduğum katın asansör kapısı açıldı ve Nesli kapıyı tutarak bekletirken, “Buraya gel!” dedi hırsla. Onu daha fazla kızgın görmemek için sorgulamadan bindiğim asansörde beni sıkıştırmasına tepki vermedim.

“Artık neyin varsa söyleyeceksin.”

“Ne alakası var birden bire. Ben de ciddi bir şey oldu sandım.”

“Ciddi bir şey var Tanem. Ciddi olan şey de senin kafası bir yerlerde, bir haltlar yiyen şu tavırların.”

Neslihan’ın insan analizleri yapma çabaları her zaman olurdu ama genelde öylesine abartılıydı ki teşhisleri, şu an ona yeniden abarttığını söylemek istesem de yapamadım.

“Yalan söyledim.”

Neslinin öfkeyle kasılmış yüzü, gerginlikten düz bir şekil almış kaşları, diğer sahip olduğu bütün mimikleriyle birlikte yer değiştirerek bir şok ifadesine büründü. Biraz korku mu gördüm yüzünde yoksa hislerime bir ortak mı arıyordum bilmiyorum. Ya da dışarıdan gerçekten de korkutucu görünüyordu tavırlarımdaki şüpheler.

“Aklıma gelenin başıma gelmemesi için dua etmeye başlıyorum şu an, o yüzden ben sormadan sen anlatmaya başlasan iyi edersin.”

Asansör kapıları açıldı ve Nesli beni kolumdan çekiştirerek yurt bahçesindeki en ücra köşeye sürükledi. Özel bir yurdun esnekliğini ve bir evin bütün güvensizliğini asla kabul etmeyen annemin itiraz kabul etmeyen inadı yüzünden, üniversite kampüsünde olan bu yurdu ilk başta ne kadar sevmesem de, şu an önünde bir kaldırım taşına oturduğum yüksek duvarlar, ailemin kanatları altında hissettiriyordu.

“Konu ne, anlatmaya başla artık.”

Neslihan’ın bütün ilgisi benim üzerimde toplanmış bense bacaklarımı kendime çekerek içimde bir ağrıya dönüşen, her geçen saniye durum daha da ciddileşiyor hissinden kurtarmaya çalıştım kendimi.

“Şu kız…”

“Hangi kız..?” Durdu ve anlamaya çalışırken çatılan kaşları birer yay gibi kavislenerek şokla sordu.

“Ela mı?”

Yüzümü buruşturmamaya çalışarak başımı sallayıp onu onayladığımda, ettiği duaların hangi konu hakkında olduğunu artık bende biliyordum.

“Tanem…” Gözlerini bayarak adımı uzatırken ki ses tonunda, söylediklerimi ve birazdan söyleyeceğim diğer her şeyi kabul etmeyen bir isyanla başını gökyüzüne kaldırdı. Sıkılı dişlerinin belirginleştirdiği çenesi birkaç kez kararsızca hareket etse de, sakinleşmek için bir nefesi yuttuktan hemen sonra kara gözlerini üzerime dikerek, “Bir şey mi biliyorsun?” diye sordu.

Hemen dökülmek huyum değildi ama bazen de, biri nasılsın diye sorsa Nuh Nebi döneminden başlardım anlatmaya. Bu yüzden biraz daha kontrollü kalarak, “Onu tanıyor muydun?” diye sordum. “Ya da ne Kadar tanıyordun?”

Neslihan oyalanmamak için mi yoksa arkasından söyleyecek bir şeyleri olduğu için mi bilmiyorum, benim kadar tane tane ve sakin ilerleyerek konuşuyordu.

“Tanıyordum. Ama eğer sorduğun, yakın çevresini veya hayat öyküsünü bilecek kadar yakın olduğumuzsa, hayır değildik.”

Konuyu oraya… cinayete, sevgilisine, Sude’ye nasıl getireceğimi bilemeyerek gözlerimi kapatıp derin bir nefes alırken, konuşan Nesli cümlesini bitirene kadar, o nefesi yavaş yavaş veriyordum.

“Tanem, üzerine gelip seni iyice germek istemiyorum, çünkü ne kadar korktuğun günlerdir halinden belli oluyor. O yüzden…”

“Onları gördüm…”

Kapalı gözlerimi açmadan, göz kapaklarımın arkasında akan bütün görüntüleri, hiçbir ayrıntı atlamadan, Neslihan’a aktarabilmek için sımsıkı kapatarak perde için yeterince karanlık yaratmaya çalıştım.

“Kimi? Cinayeti mi?!”

Anlatmaya devam ettim.

“Beni yukarı gönderdiğinde Ela tez odasındaydı. Yanında biri vardı. Sevgilisi olmalıydı çünkü öpüşüyorlardı…” Neslihan anlatmak istediğim asıl noktaya yaklaşırken zorlandığımı fark ettiğinden olacak, beni bir süre bölmedi; ben de, yüzünde olur da bir problem emaresi görürüm diye, gözlerimi açmadım.

Ne anlatmalıydım. Başka hangi ayrıntı durumun beni bu kadar etkilemesine bir sebep olarak gösterilebilirdi.

“Polis sorgudayken, orada olduğum saatlerle cinayet saatlerinin yakın olduğunu söyledi.”

O olabilir miydi? Bir cinayet girişiminden o kadar uzaklardı ki… O çocuğun rahatlığı, Ela’nın bana olan tavrı; gerçekten de güzel bir anı bölen tek sorun benmişim gibiydi. Neslihan’ın cevap vermediği her saniye içimi rahatlatmakla, beni daha çok strese sokmak arasında gidip geliyordu. Gözlerimi açtım, Nesli’nin omzum üzerinden bir yere odaklanmış yüzündeki odağı takip ederek, birinin gelip gelmediğini anlamak için çok kısa kontrol ettim çevreyi. Yalnızdık ve ne düşündüğünü merak ettiğim Neslihan’ın donukluğuyla baş başaydık.

“Nesli..? Sustuğun her saniye yanlış bir şey varmış gibi hissediyorum.”

Bir noktaya dalmış gözlerini kırpmadan, “Var.” Dedi ve benim kıt aklımın kavrayabilmesi için bu defa o konuşmaya girişti.

“Sen polisi aradın?”

“Ben…”

“Evet polisi aradın. Gittin, sorguda kemküm edip sonra da pişman olup polisi aradın, değil mi?” Bir anda burnunda soluyan ifadesiyle yüzünü yüzüme yaklaştırırken öfkeyle soludu.

“Ancak senin gibi bi’ yarım akıllıdan beklenilecek tavır.”

Haklıydı ama, “Ben sadece vicdanımın sesini dinledim. Korktum Nesli, yemin ederim bunun muhasebesini yaparken bile çok korktum.”

Şu an ise bu korkum bacaklarımın kaskatı kesilmesine neden olacak kadar fazlaydı. Eğer aklına ilk gelen şey Ela’ysa ve direkt polisi aramama takıldıysa muhakkak yanlış, benim göremediğim yanlış bir noktayı görüyordu.

“Tanem. Bunu yaptığına inanamıyorum.” Yüzüne gelen saçları geriye sıkıca tarayıp parmaklarıyla kafasını sıkıştırırken, oturduğu yerden kalkarak birer adım sağa sola yürüdü.

“Dünyaya bakışının saf olduğunu biliyordum ama bu kadar aptal olamazsın!” Öyle miydim? Neslihan kadar akıllı ve her adımını sağlam atan bir kızı bile bu kadar strese soktuğuma göre öyle olmalıydım.

“Sadece doğru olanı yapmaya çalışıyordum Nesli. En başında konuşmadığım için o kadar pişmandım ki…”

“Konuşmayacaktın Tanem. En başında nasıl sustuysan öyle de devam edecektin!”

“Ela’nın katili olabilecek birini, saklasa mıydım yani?!” Bu benim lügatımda yanlıştı. Evet ilk başta korkmuştum ama ben hiçbir zaman, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, diyecek kadar duyarsızlaşmamıştım.

“Seni gördüler mi?”

“Farkeder mi?!” Ayrı görüşlerde olmamızın olumsuzluğunu tavırlarıma yansıtmamaya çalıştım ama sesim en az Nesli kadar ters çıkıyordu bu kez. Yine de niyetinin beni düşünmek olduğunu kendime hatırlatarak daha ılımlı bir tona düşürdüm sesimi.

“Bir şeyleri anlamıyorum Nesli! Onları gördüm ve gördüğüm çocuğun katil olabileceğini düşünerek polise, önlem amaçlı, bir ihbarda bulundum. O değilse bile…”

“Ya oysa?!”

“Ne?” Kaşlarımı çatarak yukarı bakmaktan ağrıyan başımla hızla yanıma çöken Nesli’yi takip ettim.

“Seni gördüler mi, derken bundan bahsediyorum gerizekalı. Bu yüzden önemli. Ya gördüğün kişi katilse ve ihbar üzerine yakalanırsa? Düşün!” İşaret parmağını vurduğu kafamın içinde bir tıkanıklığa dokunmuş da, bütün bir konuşmanın önünü açmış gibi, yaşanabileceklerin hızlı bir hayali aktı gitti gözlerimin önünden ve yere damlayan kanlar eşliğinde karanlığa büründü.

“Düşün! O çocuğu ihbarın üzerine yakaladılar diyelim. Kütüphanede görgü tanığı var diyecekler, kameralar zaten çalışmıyor. Eğer gerçek katil oysa, bu kadar önemli bir durumda, diğer ayrıntıları unutur mu sence ha?! Seni unutur mu?”

Telaşlanmamaya çalışarak olayı kendi kafamda bir kez daha kurguladım ve biraz olsun akıl örneği gösterebilmek için soğukkanlı kalmaya çalıştım.

“Öpüşüyorlardı Nesli. O neden öldürsün! O olmayabilir.”

“Sence ihtimaller üzerinden konuşabileceğimiz bir durum mu bu? Daha kötüsü, ya polisten önce görgü tanığı var söylentileri yayılırsa. İlk uğrayacağı yerlerden biri sensin Tanem. Gerçek katil gördüğün kişi değilse daha kötü…”

Sıranı mı bekliyorsun?

Sağ şakağımdan girip diğer taraftan çıkan bir kurşun kadar hızlıydı o belli belirsiz ses.

“Onları cinayet yerinde son gören bendim. Görgü tanığı.”

“Konuşmayacaktın Tanem.” Nesli önüne dönüp yüzünü sertçe sıvazlarken asfaltın pürüzlü yüzeyine baktım, sanki bütün eklemlerimi sıyırmış da canım yanıyormuş gibi kasıldı bütün uzuvlarım.

“Beni susturacaklar mı?”

“Of!”

Nesli bu defa oturduğu yerde duramayarak ayaklandı ama bu defa sağa sola birden fazla adım atarak  dönmeye başladı.

Kaskatı kesilmiş bacaklarımda o gücü bulabilseydim eğer, hemen şu an ayağa fırlar ve bulduğum ilk ulaşım aracıyla evime giderdim. Babam beni korurdu. Onların gelip beni alması sadece zaman kaybı olurdu bu yüzden ben gitmeliydim hem de bulduğum ilk fırsatta.

“Beni de öldürür mü?” Bu o kadar büyük bir olay mıydı? Polis cinayetin planlı olduğunu söylemişti. Bazı kulaktan dolma muhabbetlerde kameraların devre dışı bırakılması, saatler öncesinden bazı diğer binalara da aynı şeyin yapılması, olayın ne kadar planlı olduğunu konuşturuyordu.

Yakalanmamak için verilen bu çabayı riske atacak birine acıyacak kadar merhametli biri olması, Ela’nın boğazını kesen bıçağın kör olma ihtimali kadar zor ve acı verici bir umuttu benim için.

“Madem anlatacaktın neden önce bize veya birilerine sormadın. Olacakları düşünmeden hareket edecek kadar aptal olmana inanamıyorum.”

İhtimaller, pişmanlıklar ve vicdanımın darbeleri bütün etimi ezercesine vuruyordu şimdi. Koruma iç güdüsüyle kollarımı etrafıma sararak iyice küçüldüm oturduğum yerde. Sude’nin sesi kulaklarımdaydı, dışarıda elinin kolunu sallayarak geziyor, hepimizi öldürecek diyen ağlayışı…

“Tanem…” Nesli omzuma dokunduğu an, varlığını unutarak sıçradım olduğum yerde. Kalbim vura vura boğazıma tırmanmış, birazdan içimdeki her şeyi de beraberinde getirerek ağzımdan çıkacaktı.

Nesli’nin sesi bu kez daha sakindi; sonunda ne halde olduğumu görmüş olacak ki,durumu sıradana yaklaştırmaya çalışarak, bir teori daha oluşturdu.

“Polisi ne zaman aradın?”

“Birkaç saat önce.”

“Tamam. Evdekiler biliyor mu?” Başımı iki yana sallayarak derin bir nefes alıp nabzımı yavaşlatması için sakince geri verdim.

“Bu gece bizim odada kalırsın. Polislere bir bahaneyle gelişme olup olmadığını sorarız.  Yarın sabah Tolgayı ararım, Alper’e de haber veririz. Sessiz sakin eve gidersin, ihbarından sonra ne olacağına bakarsınız. Ortalık bir kez daha çalkalanmadan İzmir’den çıkmış olursun.”

Mantıklı bir plandı ve eğer korkuyor olmasaydım hemen şu an yollara düşerdim ama kalabalık içinde olmak istiyordum. Yine de zorla, Neslihan ile bir kalıba oturtabildiğimiz bu durumun daha fazla kişi tarafından bilinmesini güvenli bulmuyordum. Alper belki, ama Tolga ağzı sıkılığına güvenebileceğim biri değildi. Yarın bir operasyon gibi beni evime yollamak için toplanmalarındaki şüpheyi eminim ki görecekti.

“Kimseye haber verme Nesli. Ne olacağı belli değil. Endişelerimiz boş da çıkabilir. Firmayla konuşurum, servis beni okuldan alır. Off. Aklıma tüküreyim, neden bu kadar gerizekalıyım ben. Bir polis kızından beklenmeyecek saçmalıkları anında yapıyorum. Ne yapacağım?”

Saç diplerimi tırnaklarımla yolarak çalışmayan kafamı cezalandırırken, çatık kaşlarım altında çaresizce baktım Nesli’ye.

“Ne yapacağım ben?”

Yanımda olduğunu gösterircesine ayağa kalkmam için elini uzatıp çekerek bana sarıldı.

“Hepsi bir ihtimaldi Tanekızım. En kötüsünü düşündük biz. Bilemeyiz belki başkaları da gitti gördü, belki katil başka biri, arada kayıp dört saat var Tanem, koca üniversitede illa ki birilerinin yolu oraya düşmüştür. Korkma, hadi.”

Beni bir kolunun altına alıp yürütmek için çevirdiğinde midem bulanıyormuş gibi buruşturdum yüzümü. Daha fazla konuşacak halim olmadığı ve Beste’yi de buna dahil etmek istemediğim için, paranoyalarıyla iyice aklımı alan Sude ile paylaştığım odamda kaldım o gece. Gözlerimi kapattım ve bir suya dalıyormuş gibi kulaklarımdaki basınçla birlikte tekrar açtım.

Aynı mavi gözler, bu kez farklı bakışlar.

Zayıf bir ışığın yansımasıyla parlayan bir yüz ve bedenimin etrafına örülü heybetli bir beden.

Uyanmak istemedim. Mutlu rüyaların, uyanınca hatırlanmayacak ayrıntılarına sarılır gibi dolamıştım kollarımı etrafına. Gülümsüyordum. Tepkisiz bir yüze karşı fazla duyguluydum. O gözlere fazla anlam yüklüyordum belki, karanlık belki de bu yüzden gizliydi mavisi…

Gözlerini aç, diye fısıldadı bir ses. Benimle dalga geçen ama aynı zamanda emir veren başka ses gibiydi. Gölzerim kapalıyken onu nasıl görüyordum? Bir cevap gibi ışık da gitti, gölgesi de; bu kez geriye kalan sadece sırtımda kayan elleriydi.

İrkilerek karşıladım bilinmezliğe gidiyormuş gibi gelen bu temasını, birimiz güldü; neden güldüm veya neden güldü?

Mutlu değildim artık ama neden gülüyordum? Dudaklarımdan bir nefes geçti ama az önceki huzur yoktu hayır. Beni öpecek miydi? Bir yanım bunu deli gibi isterken içimde, çok derinlerde, huzursuzca kıpırdanan bir yerin rahatsız edici varlığına rağmen; onu umursamadım.

Gözlerini aç. Farklı kişilere ait aynı ses tekrar döndü gözlerimin etrafında. İstemedim ama sanki bir güç kirpiklerimden çekiştirdi bunu yapmam için. Sadece karanlıktı; karanlık, şimdi bir bedende toplanmıştı. Kollarında, huzursuz, korkmuş yine de istekli bir merakla gözlerim onu görmeye çalıştı. Son gördüğün gözler, birileri yine mırıldandı.

Bir sivrilik parladı, hızlıca çakan bir şimşek gibi yükseldi aramızda ve keskinliğini göğsüme saplandı.

Gayri ihtiyari karnıma giden elim kaçmak için çırpınan huzuru tam orada, korkarak avuçladı. Az önce umursamadığım huzursuz yanım her şeyi uğursuz sesiyle kulağıma fısıldarken elime bulaşan sıcak şeye bakmak istemedim. Tuhaftı... Acı yoktu... Acı yoktu ama bilinmişlik vardı.

Olduğu yere sığmayan ve bedenimden kurtulmak için çırpınışlarını hissettiğim bir belirsizlik, beni daha çok karanlığa çekerken, son kez baktım yüzüne. Pişmanlık, mutluluk veya Öfke... İyi ya da kötü hiç bir duygu yoktu gözlerinde. O kadar soğuk bir o kadar boştu bakışları. Az önce hissettiğim ne mutluluğum ne de huzurum kalmıştı geriye. Bir kez daha, aynı acı, o bıçak ve kan… tam kalbimde.

Öylesine büyük bir acıydı ki beni yerimden alıp fırlatan o his, boynumdan akan kanları panikle silmek için ellerim, derimi çizen tırnaklarım arasında gördüğüm şeyin aslında sadece şeffaf ter damlaları olduğu anlayana kadar ki geçen o birkaç saniyede aklımı kaçırdığımı düşünerek, bir çığlık atmaktan sadece biraz uzaktım.

“Tanem. Kendinde misin?!”

Derin bir soluk vererek kendimi sırt üstü bırakırken, kulaklarımda uğuldayan nabzım yüzünden Sude’nin söylediği diğer şeyleri duymuyordum. Umursamadım, çünkü cevap verecek kadar iyi hissetmiyordum kendimi. Sanki tansiyonum düşmüş ve birazdan bayılacakmışım gibi dönüyordu kafamın için, gerçeklikle kabusum arasındaki yolu kapatmaya çalışıyordu.

Gerçek değil, neyse ki sadece kötü bir kabustu.

“Çığlık atınca ödüm koptu.”

İnan benim kadar ölüp dirilmemişsindir Sude. Yemin ederim bir an öldüğüme emindim ve şimdiyse hayattaydım işte.

“İyiyim.”

Daha fazla konuşmaması için istemeyerek de olsa kalktığım yatağımdan. Artık soğumaya başlayan terimin bütün ürkütücü varlığını,  bedenimde hissedebiliyordum.

Gerçek gibiydi, biliyorum tüm stresin bilinçaltıma oynadığı bir oyundu ancak öylesine acı… telaffuz etmekte bile zorlanacağım o kadar hissin etkisi vardı ki… Ne rüyalar tersine döner diyip kendimi rahatlatabiliyordum ne de bir psikolojik kılıfa uydurup içimi rahatlatabiliyordum.

Ayrıntılarını hatırlamıyordum ama bir şeyler o kadar yanlış ama o kadar güzel hissettirerek başlıyordu  ki, midem bir kez daha burkulduğunda soğuk suyu  açarak yüzüme bir kez çarptım, bir şeyler temizlendi ama bir nefesin yüzüme vuruşundaki irkilme bedenimi bir kez daha yokladığında, bir kez daha bu defa daha sert çarptım suyu.

Odaya döndüğümde Sude uykusuna geri dönmüştü ama ben aynı rahatlıkla tekrar uyuyabileceğimi sanmıyordum.

Duşa girdim, suyu hiç sevmememe rağmen soğuğa yakın tuttum. Rahatlamaya değil kesinlikle ayılmaya ihtiyacım vardı çünkü. Çarpıntım hiç kesilmedi, endişeli olduğum her boş anımda ısırdığım sonra da kaldırdığım derilerini yolduğum dudaklarım sızlıyordu artık. Etrafımdan saklanmakla, etrafımı rahat görebilmek arasında yaptığım savaş sonucu, gelebilecek herhangi bir tehlikeyi fark edebilmek için saçlarım toplu, üzerimde en özensiz kıyafetlerim vardı.

Havaalanına gidecek servis beni saat iki de kampüsün ana girişinden alacaktı. Polisi ikinci kez aramamıştık ama Neslihan muhabbeti olan güvenlikle konuşma bahanesiyle aynı yerde görevlendirilen polise bir gelişme olup olmadığını sormuştu. Cevap beklediğimiz gibi, güvenlik açısından bizimle paylaşılmadı.

Yapacak bir şeyimiz kalmadığında Neslihan ile kampüsün en kalabalık mekanlarından birine oturmuş servis saatini bekliyorduk. Her ne kadar gerek olmadığını söylesem de Nesli, Tolga’yı çağırmış ve başka bir bahaneyle, benim eve gideceğimi o zamana kadar da zaman geçireceğimizi, söylemişti.

Saat geçtikçe hala bir şey olmamasının verdiği rahatlama, birkaç saat olsa bile yalnız kalacağım için hissettiğim gerginlik arasında oturduğum yerde tekrar kıvrandım.

“Tolga geliyor.” Nesli görmediğim bir noktaya el sallarken aynı anda ayağa kalkarken, onu takip etmem için bana da işaret yaptı.

“Gel gidip bir şeyler alalım, Tolga masayı tutar. Sabah da bir şey yemedin, yolda bayılıp kalacaksın.”

“Midemin alacağını hiç sanmıyorum.” Desem bile Tolga masaya geldiğinde Nesli beni sürükledi. Birbirimize fark ettirmemeye çalışarak etrafımıza bakışımız, aslında endişemizi kırk kilometre öteden kendini belli ettiriyordu. Siparişlerimiz hazırlanırken tesadüfen gözgöze geldiğimiz an Nesli, aklımızdakileri dile getirerek ilk kez kötü ihtimallerin başrolü olma ihtimalini kabullenerek, sordu.

“Onu görsen tanır mısın?”

Tanırım. Yüzü kolay unutabileceğim kadar sıradan değil miydi yoksa ben bu kadar kafaya taktığım için mi kaydetmiştim onu zihnime bilmiyorum. Ama evet, onu en kalabalık bir caddede rastgele görsem bile ayırt edebilirmişim gibi geliyordu.

Yine de takıntının beni paranoyaya sürüklemediğine Nesli’yi ikna edebilmek için, çok da emin değilmiş gibi başımı belli belirsiz salladım. “Burada öğrenci mi acaba?”

Kampüs büyüktü, genelde çevresine dikkat eden biriydim ya da öyle olduğumu sanıyordum ama onu daha önce görmediğime kesinlikle emindim.

“Sude biliyor mu acaba?” Neslihan aklındaki soruları sesli dile getirmeye devam ederken bu defa canımı sıkan bu ayrıntıya ben de değindim.

“Sude, artık öylesine saçmalıyor ki, inan ona, nasıl olduğunu bile sormak istemiyorum.”

Siparişlerimizi alıp tekrar masaya dönerken etrafıma bakınmamaya çalıştım. Bir an önce gideceğim saatin gelmiş olmasını umarak, sandalyemin sırtına asılı kol çantamdan telefonumu almak için elimi daldırdığım an, orada olmadığına emin olduğum kağıdı da beraberinde alıp çıkardım.

“Masaya kimse geldi mi, Tolga?” Bir ağrı kulaklarımın arkasından başımın üzerine tırmanırken, bedenim ani endişeyle bir anda büzüşür gibi küçüldü. Kanım çekiliyordu.

‘Nedense uslu bir kız olduğunu düşünmüştüm. Yazık. Buna bir ceza bulmamız gerekecek.’

“O ne?” Neslihan oturduğu yerde elimdeki not kağıdına atıldığı an geri çekerek avucumun içinde ezdim hemen. Yüzüme yerleşmesine asla ama asla engel olamayacağım o korkunun en azından sesimi de ele geçirmesini engellemeye çalışarak, çabucak yutkundum.

“Hiç. Hiçbir şey.”

Ne yapacağımı bir anlığına şaşırarak çantamı boynumdan geçirdim hemen. O notu ne zaman bırakmıştı bilmiyorum. Çantasının kapalı olup olmadığına veya eşyalarımı bir yerlerde apaçık bırakmaya ısrarla devam eden bir alışkanlığım vardı. Ne zaman olmuştu veya ben neden fark etmemiştim, o kadar önemsizdi ki.

Bütün kötü ihtimaller, akla ilk gelenin başa gelmesi teorilerine can verir gibi avucumun içinde kıvrılıyordu. Biliyordu. Tahminlerimizin başrolünde olduğunu da, beni de, yaptıklarımızı da.

O kadar yakınıma nasıl girmişti? Korku tüm hücrelerime musallat olmuş, cesaret namına neyim var neyim yoksa bir bir zehirliyor, geride titreyen fikirlerimi bırakıyordu. Etrafıma bakmak, sanki ensemdeymiş gibi onu hemen orada yakalamak istiyordum ama sonra ne yapacaktım? Büyük bir fikirsizliğin kaybolmuşluğuyla harekete geçtim, bir yön bulabilmek için.

“Tanem, nereye!”

“Sana haber vereceğim ama önce polisle konuşacağım. Anlaştığımız gibi.” Beni yarım saatte bir arayacaktı ama daha fazlası değil.

Buradan uzaklaşmam gerekiyordu. Ne yapacaktım? Hala eve gitmek istiyordum hatta dakikalar öncesinden daha fazla istiyordum bunu. Bir karakolda durumu anlatıp babamı beklemeliydim ya da güvenli yollardan havaalanına gidip annemleri endişelendirmeden direkt oradan da polise gidebilirdik. Hem babamın bütün tanıdığı amirler oradaydı, hava alanı da güvenliydi.

Taksi. Servisi bekleyemezdim. Korktuğum veya gerginliğin aklımı uyuştururken aynı anda bu kadar mantığımı kullanabilmemi sağlaması, gereksiz yanımın kontrolü benimle birlikte üstlenmesiyle alakalıydı.

Neslihan’ı herhangi bir tehlikenin içine atmadan önce bir polisle konuşup sonra havaalanına gitmeliydim, elimde titreyen telefonumda da Neslihan’ın mesajına uygun bir açıklama yapmak için bakmıştım, birkaç saniye daha bakarak kaldım.

Kayıtlı olmayan bir numaranın telefonuma sızmış zehirli tehdidine ve aklımı okuyan o sinsiliğine karşılık, sanki yere mıhlandı ayaklarım.

Bence polisi arama. İkincide bir şansın olmayabilir. İlkinden ders çıkarman gerektiğini ben sana zaten göstereceğim.’

•••

 

Yorumlar

Yorum Gönder