Büyüdüğüm YOL ' 18

•••

Hiçbir zaman ince hesaplar peşinde koşan biri olmamıştım. Ya da olamamaıştım demek daha dürüst bir yaklaşım olabilirdi.

Gerek duymadığımdan da değildi üstelik. Tam tersine, ince hesaplarla geçmişti çoğu günümüz; bu günüm bile, zamanında yapılmış bir hesabın bedeli gibiydi, yaşarken. Ama bizi buraya getiren ben değildim.

Hesap tutmada iyi değildi şeytani tarafım. Yapamamıştım çünkü annem bu konuda bana güvenmeyecek kadar kibirli ve iyi ki bana güvenmesine gerek kalmayacak kadar da, ustaydı. Akıllı bir kadın mıydı, yoksa ben akıllıyım diye ortlıkta dolaşmasından artık herkes onu böyle mi kabul ediyordu bilemem; onun tek bir tırnağı olabilseydim eğer eteğinin altına koşturmama gerek kalmazdı.

O gün götürüldüğün hastane, teyzemin çalıştığı özel hastaneydi ve velim olarak annem yerine teyzeme haber verilmişti.

Doktor arkadaşının odasına girerken, elleri beyaz önlüğünün cebinde, kısa saçları sımsıkı topuz yapıldığı için, iyice gerginleşmiş ve bu yüzden iki kat korkutucu görünüyordu.

Bana ne olduğunu sormamıştı bile. Arkadaşının, yeğeni için geçmiş olsun dileğini öylesine kabul ederek, "Öz değil," diye hemen tavrını koymuştu adama.

"Uzak bir akrabamızın kızı. Burada okuyor, ailesi rica etti, iyi olduğundan emim olmam için."

Doktor masasının önünde, kucağıma bastığım montumun fermuarına çevirdim, yüzüne bakmasınarağmen teyzemden asla geri dönüş alamayan gözlerimi.

Kırılmadım, hayır. Bizden, bütün geride bıraktığı aile fertlerinden utandığını biliyordum çünkü. Keşke bana baksaydı, en azından beni burada iyice yalnızlaştırıp, ağız ucuyla yaptığı iyiliğinin sahteliğini belli etmekten çekinmezken, bana baksaydı ve ben de çekinmeseydim ondan.

Yüzüne vurmak istiyordum, benim de kan bağlarımızdan nefret ettiğimi. Elimde olsa, bütün damarlarımı boşaltıp yerine lağım suyuyla doldurur, bu halimden daha memnun olduğumu belli edebilirdim bakışlarımla.

Doktor arkadaşı teyzeme bir sürü şey sıraladı, gece uyumamamı tembihledi teyzeme. Bu kadın, benim gece yatağımda olup olmadığımdan bile bi' haberken hem de.

Teyzem benimle ilgilendiği için değil, kendisini ağırladığı için, muayenemi yapan doktora kibarca teşekkür edip oturduğu bana uzak ikili koltuktan kalktı.

"Zeynep."

Anında toparlanarak ayaklanıp , geçmem için açık beklettiği kapıdan koridorun uğultusuna çıktım, beni yeniden yönlendirmesi için.

Bir şey söylemedi, yüzüme bile bakmadan ince topuklusunun tıkırtısını takip etmemi bekledi büyük ihtimalle. Montumu giyinerek arkasına takıldım. Onu sorgulamak veya bizi , olur da samimi gösterir diye konuşmak istemiyordum.

Kafam azar işitecek kadar sağlam değildi artık. Başım o kadar dönüyordu ki, onu takip ederek bindiğim asansörde, bir an ayaklarım yerden kesilir gibi olurken tutundum köşeye. Gözlerim yarı açık yarı kapalı ama hep teyzemin gerisinde, çıkışa kadar tek kelime etmeden kavuştuk. Güvenlikten bir taksi çağırmasını istedi ve sonunda kalabalık girişte burnundan kıl aldırmayan bir ifadeyle, önlüğünün cebinden küçük zarif bir deri cüzdan çıkardı.

"Al şunu." Bir yüzlüğü nasıl oldu da yırtmadan jilet gibi çekti o sinirle bilmiyorum. İşaret ve orta parmağının ucunda tuttuğu paraya sabır dileyerek baktım.

"Param var."

"Beni ikiletme Zeynep! Al şunu." Sıkılı dişleri arasından beni azarladığı an, tehdit edercesine doğrulttuğu parmaklarından, çekip aldım parayı.

Burnumdan soluyordum, o da bunun farkındaydı; avucumun içinde hırsla toplayıp ezdiğim paraya bakarken, ilk defa sınırı aşarak o elimi bileğimden tutup çekti kendine.

İnce yüzükleri, kemikli parmaklarıyla birlikte öylesine bir kuvvetle batıyordu ki derime...

"Bana bak Allah'ın cezası! Yeteri kadar sinirime dokundun, o diktiğin burnunu öyle bir deliğe sokarım ki senin..."

"Yeliz Hocam. Taksiniz geldi."

Arkasındaki, o umursamadığı saygılı ve sevecen sesi hakedecek ne yapmıştı acaba? İnsanlara kendini nasıl tanıtmıştı da , böylesine kucaklamıştı kalabalık onu?  Ayakları üzerinde durduğu zeminin harcına ne katmıştı?

Hayranlık duymak isterdim bu haline. Ne kadar sevilecek bir tarafları olmasa da annem de teyzem de, öylesine ayakta kalmaya mücadele ediyorlardı ki...

Onlardan akıl alsam ne olurdu? Daha yolun çok başında yeni yetme bir kızdım; beni, ne yapacağımı bile bilmediğim bir dakika sonrama, savunmasızlığımın hissettirdiği yalnızlığı doğru, kolumdan tutup savurmak yerine, omzumdan dokunsa varlığı, ne olurdu?

Beni sevmemesi için bir neden yoktu, ama benim vardı artık. Bu zamana kadar öylesine nötrdüm ki teyzeme karşı... ama bayılıp bayılmayacağımı bile kestiremediğimi, benden daha iyi bilebilecek bir doktor olmasına rağmen, bunu bile önemsemeden başından def edişine baktım, çarparak üzerime kapattığı taksi kapısının camından.

Seni sevmeyeceğim. Annem gibi bir sevip bir nefret ettiğim değil, sıradan bir yabancı gibi hiç değil... seni hiç sevmeyeceğim.

Dudaklarımı birbirine bastırarak, kirpik diplerimde duran bütün yaşları tuttum eve kadar. Taksiciye avucumda bir top haline gelmiş parayı verip eve girdiğimde boğazım ağrıyordu artık. Sırt çantam odamın kapısının önüne atılmıştı. Nil için bir yük olmalıydı bu da.

Nefretle onu aldım yerden ve bütün fermuarlarınk açarak ters çevirip, içindeki her şeyi yatağımın üzerine boşalttım.

Siyah eşofman altımı, üzerine iki kat kazağımı giyinip, bir yedek de çantama tıktıktan sonra çıktım evden. Kazağımın ve montumun şapkası kafamda, ipi çenemde bağlı, altında dünya yıkılsa asla duymayacağım sesle bağıran kulaklığım, ellerim cebimde gittim bütün yolu. Önce merkeze, ardından saatlerce beklemek zorunda olduğum otogara... uyuma dedi doktor, otobüste bir koltuk bulur bulmaz uyumak için kapattım gözlerimi hemen. Geceydi, yorgundum ama düşünmekten bir damla bile uyku girmemişti gözüme.

Eve kavuştuğumda saat sekizdi. Kış sezonunda fabrikaya geçen annemin işçi servisi ise, onu aynı saatte ilçe merkezinden alıyordu. Bu yüzden karşılaşmadık ve ben akşam anneme, bu habersiz gelişimi ve halimi nasıl açıklayacağımı umursamadan salondaki koltuğa devrilip, akşamdan kalma battaniyeyi kafama çekerek uyudum. Sonunda.

Dolu bir kafanın asla boşalmayacağını ama gerçek bir yorgunluğun ise iyi gelmeyeceği bir uyku da bilmiyordum. Sürekli yapardım. Bir yerde oturup kalsam bile, ders kitapları arasına gömülür veya evin içinde dört dönerek meşgul ederdim aklımı.

Yol yorgunuluğu mu uyuttu beni , yoksa yaşanılanlar mı bilemem, gözlerim kapanırken kıyamet kopsa uyanmam, koparsa da kopsun, diyerek döndüğüm kıçımın üzerine, büyük bir bağırış yüzünden sıçrayarak oturdum.

Hava kararmış, annem çıplak beyaz ampulün aydınlattığı salonla mutfak arasında gidip gelirken, kabarmış saçları da onu takip ediyordu.

"Lan anası kılıklı ev yılanı! Yabani senin anandır lan götümün boku!"

Fazla uyumaktan birbirine yapışan göz kapaklarımı ovuşturarak zorla açarken, ikincibir tur için arkasını dönen annem, kalktığımı görmesine rağmen umursamadı.

Karşı taraftaki,  yine bir kadına ait ses bağır çağır feryat ederken, teyzemle olan kavgalarına karışmamak için arkama yaslandım.

"Ben sana Zeynep'in kılına dokunursan o evini başına yıkarım dedim mi demedim mi!? Ha!?" Telefonu kulağından çekip telefonun mikrofon kısmını iyice ağzına yaklaştırarak titreyen elleriyle bağırdı.

"Dedim mi demedim mi lan yılan!?"

...

"Bağırma banaaa! Bağırma, gelip o sümsük kocanı da seni de birbirinizin içinden geçirmezsem var yaa... Bana da Seyhan diyen namussuzdur!"

Annemin ardı ardına dizdiği tehditler karşısında teyzem geri adım atmazdı ama, körü körüne de kendini savunduğu için annem bir türlü teyzemle saç baş kavga etmesine sebep olacak bahaneyi bulamıyormuş gibi, iki kat sinirlenerek tepindi yerinde.

"Neyi yapmadın lan? Ne bu, ne?! Bu kızın kafasını gözünü kim yardı, çürük mal gibi attı gitti kapıma ha!?"

"Ben..."

Mırıldanışım teyzemin mahkeme salonunda can havliyle kendini savunan yüksek sesinden daha etkili olmalıydı ki, annem durdu.

Küçük mutfak masasının yanında, yetersiz ışık altında, saçlarının gölgelendirdiği yüzünü görebileceğim bir adımı bana doğru attığında, omzumu silkerek umursamazca gözlerimi kaçırdım.

Annem hala konuşup bağıran teyzemin suratına kapattı telefonu. Hararetli bir tartışma ortasında tak diye telefonu kapatmak, karşı tarafı tonlarca kelimeden daha da kızdırırdı eminim.

Teyzemin, evin içinde burnundan soluyarak gezinmesini ve hırsını alamayarak bana verdiği odadaki bütün eşyalarımı sokaktaki çöpe taşıyışını hayal ettim, annem bir adım daha bana doğru gelirken.

"Ne yaptın lan sen? Ne bok yedin."

Sorma! Sorma, senin bu saçı uzun aklı kısa kızın uzun ne boy dertler açtı başına.

Şükürler olsun ki gerçeği bilmiyordu. Okulum teyzemi veli sayıp, asıl sorunun da beni ilgilendirmediğini bilerek, yaşanılanları anlatmamıştı kimseye. Bu iyilik beni birkaç ay daha yaşatırdı eminim. Yine de her ihtimale karşı, birazdan beni öldürüp yaşatmayacakmış gibi vakan anneme mantıklı bir açıklama sundum.

"Ortalığı ayağa kaldıracak kadar büyük değil anne, her zamanki ben."

"Neyi sen kız! Orda da mı dayak yiyon milletten, enayi!?"

"Yok öyle bir şey."

Bacaklarımı koltuğun üstüne çekerek dirseklerimi iki kuru odunu andıran diz kapaklarıma yaslarken, İlaçları kullanmadığım için ağrıyan başımı ovdum. Parmaklarım saç diplerimde, dokunduğu her yerde bir sızlamaya sebep olurken, bundan bir haber annem, hala beni azarlamaya devam ediyordu.

Keşke önce iyi olup olmadığımı sorsaydı, sağımı solumu tutarak hasar tespiti yapmasına da razıydım ama öyleydi işte... karşısında oturup, konuşabiliyorsam iyiydim, saha neye gerek vardı ki?

"Derse yetişmek için acele ettim. O sıra başkası da kapıyı diğer taraftan iteleyince..."

"Hee..." annem çabuk parlayan, çabuk sönen huyuyla bana arkasını dönüp mutfağa girerken memnuniyetsiz bir aşağılamayla konuştu.

"Rehber hocası mıdır, beyin siken midir, artık neyse..."

"Rehber öğretmeni." Ağzımın içinden mırıldanarak düzeltmemi duyduğunu sanmıyordum.

"... aradılar geçenlerde. Zeynep evde çok mu baskı görüyor, bu kız yakında mööliycek, dediler."

Klasik ciddi anlardan bir an önce kurtulma gevezeliği.

"Öyle bir şey demezler, uydurma." Battaniyeye sarılarak kendimi tekrar yastığa doğru devirirken, beni orda çiğ çiğ yeseler bile, annemin asla okulumla iletişime geçeceğini sanmıyordum.

Kolejin, diksiyonu gerilmiş bir ipten daha düz idari mensuplarıyla konuşacak kadar, asla sabrı olmazdı. Eve, mülakat için geldiklerinde bile ağzından bir iki kaba söz ve dil sürçmesi kaçmıştı. Nefret ederdi kibarlıktan, çıt kırıldım insanlardan.

Teyzem ile aralarındaki geçimsizliğin tek nedeni babam değildi; ikisi de farklı biri modern kraliçe, diğeri ise sokak zeynasından halliceydi.

O yüzden teyzem, kızının okuluyla sağlıklı bir iletişim kurabilirdi ama annem... ı ıhh.

"Heee, demezler. Kız valla bak. Aradılar, dediler bu kız aklını fizikle kimyayla bozmuş, haftasonu bile okuldan çıkmıyor; ben de dedim ki, yoo buradayken de okulda durmazdı. Kadın bana inanmadı."

Su doldurduğu çaydanlığı ocağın üzerine koyarken o kadar ciddi bir yaşanmışlığı anlatıyordu ki, onu tanımasam eskaza o bursu aldım sanırdım.

"Eğitim bursuyla aldılar beni, anne. Notlarımı bırakıp, okuldan kaçtığıma mı inanacaklardı."

"E naptın bari? Oldun mu birinci?"

Muhtemelen. Öğrencilerin hali hazırda ergen bir tayfadan oluştuğunu göz önüne aldıkları için, yaşanabilecek bir düşmanlığı ve motivasyon düşüklüğünü önleyerek, yarışı diri tutmak adına, dereceye giren öğrencileri açıklamıyorlardı.

Listenin neresindeydim bilmiyorum ama bana karşı sergiledikleri tutuna bakılırsa, iyi bir sırada yazılı duruyordu, adım. İstediğim gibi. Yine de, en çok istediğim birincilik hala değildi.

Bu konular annemle konuşup, stratejiler geliştirebileceğim kadar onun ilgisini çekmiyordu. Bu yüzden tıpkı kafamdaki yarayı geride bırakışımız gibi, hızlı bir şekilde konuyu değiştirdim tekrar.

"Yemek var mı?"

"İş yerinde, öğle yemeğinde pide artmış, aldım bir kutu. Çayı demlersen yeriz."

Annem salondan başlayarak soyunurken , odasına girdiğinde ocakta fokurdayan çaydanlığa bayık gözlerimle bakarak yatmaya devam ettim.

Sırtımdaki battaniyeyi indirmeden gezdim evin içinde, Nil ve teyzeme özenmekten gözümün kaldığı o mutfak masasından neredeyse hiç kalkmadım. Ben yokum diye, annem diğer odaların peteklerini kapatmış, ancak salonu ısıttığını söyleyerek salona kurulmuştu.

Sahip olduğumuz tek koltuğu bana vererek, kendi odasını birkaç günlüğüne ısıtmaya ikna ettim onu. Benim odam da hem karyolam yoktu ve uzun zamandır kullanılmadığı için temizlemem gerekecekti. Birkaç günlüğüne bu zahmete asla kendimi sokamazdım. Salondaki koktukta uyuyup kalmıştım, buna rağmen ertesi sabah annemin işe gidişini duymamıştım.

Dışarıda kuvvetli bir esinti, dünden beri üzerime yapışan battaniyeyle vedalaşmama bir türlü izin vermiyordu. Otogarda otobüs saatini beklerken maruz kaldığım soğuk yüzünden de, yine hafif bir kırgınlık tarafından kolayca ele geçirilmişti vücudum.

Dolap boştu, ayaküstü atıştıracağım hiçbir şey yoktu ve ben annemin kazak ve daha kalın montunu giyinerek, önce küçük markete sonra da eczaneye gidip, reçeteli reçetesiz ilaçlarımı aldım.

Mahalle bomboştu, birazdan daha da bozacak bu havada kimse de çıkmazdı zaten dışarı. Haftaiçi olduğu için ne eski okul işkencelerime denk geldim ne de başka bir belaya. Markette çalışan eski sınıf arkadaşım da sanki okulu bırakmak için benim gitmemi beklemiş, eğlencesi gidince de o da devam etmemişti. Köşe bucak kaçındım ve bir belayı arkama takmadan, gözlerimin üzerine indirdiğim şapkam sayesinde tanınmadan kavuştum eve.

Ama her şeyi halledip çenesiyle aklımı meşgul eden annemi beklerken bendeki ağır mesai yeniden başladı.

Bu ay ki faturayla annemi yine krize sokacağımı bilerek vanayı çevirmiş, en azından sırtımdaki battaniyeyle vedalaşmıştım.

Çantam, hala aynı yerde, girişte duruyordu. Onu mutfak masasına taşıyarak yaptığım hazır kahveyle oraya yerleştim.

Kendime, o sinirle ders çalışmamı sağlayacak bir kalem bile getirmemiştim. Dün, bugün ve haftasonu boyunca bu boşluk, bana program açığı vermeyecekti bile, verse bile kaçtığım aslında her şeydi. Bir okuma kitabı bile almanıştım yanıma. Sadece bütün yol boyunca uçak moduna alıp, ulaşılmayı engellerken, müzik dinlemekten şarjım bitmişti. Şarj aletimi almamıştım ve anneminkiyle uyumlu olmadığını bile bile yapmıştım bunu.

Dayanamayıp, onlardan biriyle iletişime geçeceğimi biliyordum.

Yalancı. Göt korkusu demiyorsun da.

Siyah ekrandaki yansımama bakarken bükülen alt dudağımı görerek, sandalyenin üzerine sıkıştırdığım bacaklarıma sarılıp, kafamı da oraya gömerek dar alanda iyice büzüştüm.

Bilmiyorum. Bazen gerçekten de aynı şeylerin tekrar başlamayacağına öylesine inanmaya niyetleniyordum ki...

Alaz en büyük korkularımdan biriydi, konu sevdikleri olduğunda o sarı saçlarının nasıl bir aslan yelesi gibi kabardığını görmüştüm çünkü. Revirde bana ilgili davranmasının ardından, kardeşim dediği birinin siciline, bile bile bir şiddet suçu işlettiğimi öğrendiğinde de, eminim bana iyi davrandığı için kendine kızacaktı. Bir de bunun öfkesiyle karşılayacaktı beni.

Nil'in diline düşecektim, hayır kemiksiz bir dilin laçkalığıyla sese gelen hakaretleri umursamazdım ama, bir sınıf bir okul vardı ellerinin altında.

Ata ise...

Konuşmayı yarım bırakıyorsun eminim düşünürken de böylesin diyen sesi kulağıma geldiği an alnımı sertçe dizkapaklarıma vurdum, düşünmeye devam etsin ve Ata'nın içimi gördüğünü idda eden tespitini yalanlasın diye.

Salaktım. Her anlamda. Hala öylece dururken bile, sızlayan kaşımdaki yaranın acısıyla kendimi iyice sıksam da, inlememi dişlerimin arasında ezerek tepindim yerimde; yine de kalkmadım.

Ne yapıyordu? Kafayı yiyecektim? Babasıyla basıl devam etmişti günün devamı?

Müdürün önünde babasıyla öğretmeninin ilişkisini açık açık dile getirirken o kadar rahattı ki, bugün olsa yine aynı üslubu kullanırdı, eminim. O zaman neden? Neden bunu daha önce yapmamıştı?

Önünde bir engel vardı belki de? Babasının Ata'ya karşı gizli tuttuğu bir konu değildi ilişkisi, Ata bu memnuniyetsizliği daha önce de dile getirebilirdi?

Onun başına bela açtın!

Bunu yaptım mı gerçekten? Ata'yı durduran bir şey olmalıydı ve ben burnumu başka hayatlara sokarak haddimi aşmıştım. Bu bana ders olacaktı, olmalıydı. Onsekizinzci yaşımın en büyük tecrübesiydi benim için artık.

O kadar pişmandım ki! Yıllardır koruyabildiğim, sadece nefes alarak yaşama huzurunu, nasıl olurda böyle bir saçmalıkla kaçırırdım.

Acıyacağını biliyordum, yine de kafamı bir kere daha vurdum ama bu kez dişlerimin arasında hırlayarak, ayaklarımla oturduğum sandalyeye dövünüp durdum.

Cuma akşamı annemin, benden sonraki kasaba yaşantısını anlatmasıyla geçmişti. Emre'nin müdahele etmeye gücünün yetmediği ailesi uğruna, gücünün yettiği beni yumrukladığı babası bir kez daha aşdatmıştı annesini ve bir kez daha suçlu yaz tatiline gelen turistteydi. Yan komşumuz, annemin gazabından nereye kaçacağını bilmeyen hacı dayı ölmüş, gelini adamın bütün eşyalarını bizim arka bahçemizde yakınca, annem de gidip o ateşten aldığı bir kıvılcımı odunluklarına atmıştı. Polis gelmiş, ben burda olsam karakola taşınacak mevzu annemin kararlığı sayesinde burada kapanmıştı.

O anlattıkça ve ben kendi yaşantımı düşündükçe, Sezer'in beni ikna ediş şekli geliyordu aklıma. Gerçekten de annem tek başına yetebilirdi ama ben değil. Ayrı ayrı olduğumuzda daha iyi yürütebildiğimizin farkedişi beni o gece hiç uyutmadı.

Muğla'ya gitmem iyi bir karar gibi geliyordu artık. Hep arkasında sürüklenirken, onu takip ettiğimi sanırdım ama şimdi...

Annemin, beni çekiştirmesinin asıl nedeni, hızına yetişemediğim için onu yavaşlatmamdı.

Bu kalbimi kırmadı. Öyle avuttum kendimi, de denebilirdi.

Aynen, bak bu ses de ananın taş kalbinden geliyor!

Dudağımı iç taraftan ısırarak cumartesi sabahı birlikte kahvaltı etme fırsatı bulduğum anneme, Muğla'ya gitmem gerektiğini söylemedim.

Ağzı yediği yemekle, gözleri ise televizyondaki magazin kanalındayken, hala kullanmadığım çatalımı çevirip durdum iki elimin arasında.

Ağız ucuyla, "O niye?" Diye sordu; aynı gevelemeyle, ödevlerimi bahane ettim.

Alaylı bir nefes çıktı burnundan, sonra tabağında kovaladığı bir zeytinin peşine düştüğü kadar benim peşime düşmeden, "Kafayı bozdun haa, sen de." Dedi.

Yutkunarak ağzıma bir dilim ekmek aldım ama sanki son yutkunma hakkımı az önce kullanmışım gibi, kapalıydı boğazım.

Yerlerinden bile oynatmadığım eşyalarımı toplama bahanesiyle masadan kalktığım an, bir kez çiğnediğim ekmeği ona farkettirmeden avucuma çıkarıp, çöpe attım.

Dolabımda benimle götürebileceğim tek tük eşyadan sadece, kolları sökük olsa bile iki kat kalın büyük, bir örgü kazağım vardı. Onu üzerime giyindim, ama bana sadece geçen kışın Alanya'sını hatırlatıyordu. Pazar sabahı kavuştuğum Muğla ise üzerimdeki kazağın anılarını üzerimden silmek ister gibi rüzgarını vuruyordu her tarafıma.

Sabah, saat sekiz gibi teyzemlerin evindeydim. İkisinin de arabası kaldırımda, park yerinde duruyordu. Mert'in haftasonu kursu için bile erken bir saat olduğunu düşünürsek  hepsi evdeydi. Onları uyandırmadan bulutlar nedeniyle hala yeterince aydınlanmamış havayı fırsat bilerek girdim eve. Kapımı giderken kilitlememiştim o sinirle. Her şey bıraktığım gibiydi ama bıraktığımın aksine buz tutmuştu her köşesi. Teyzemin benden olan sinirini çıkardığı kalorifer vanasını tekrar açarken, küçücük bir odanın aile ekonomilerine yapacağı tasarrufu, daha önce de bu kadar düşündüğünü hiç sanmıyordum.

Ayakkabılarımdan kurtuldum ve yatağıma yıkıldım. Gece yeterince uyuduğum için sadece dinlendiğim iki saatin ardından, evdekilerin tamamiyle güne başlamalarını fırsat bilerek amansız bir temizliğe giriştim tekrar. Teyzem'i kahvaltı masalarında rahatsız ederken, o bana baktı nefretle ben de ona ama söylediğim tek şey çamaşır makinası ve temizlik malzemeleri için izin almak oldu.

İşim bittiğinde tüm o akıl oyalanmam da bitti ve ben sınıf grubuna gönderilen ödevlere bakmak zorunda olduğum için telefonumu şarja takarak, malzemeleri yukarıdaki ardiyeye taşıdım.

Sabah otobüsten indiğimde yiyerek eve geldiğim simit eminim sindirim sistemimde değildi artık. Bu defa teklifsizce mutfağa girdim ve asla yapmamama rağmen, teyzemin akşam yemeği için pişirdiği çorbadan bir kase alıp odama kapandım.

Bildirimlerim o kadar da korkutmadı gözümü.

Hayalkırıklığı mı o yüzündeki! Hah?

Hayır değil!

Ne sanıyordun sonsuza kadar arkanda koşacaklarını mı?

Öyle bir isteğim yoktu...

Alaz'dan iki arama ve üç mesaj vardı sadece. İpek ise, dört kez aramış, bir mesaj bırakmıştı. Bu kadar. Benim gibi asosyal birine, koskoca beş gün için yeterli olmalıydı.

İpek, "Balım, ben mesajlaşmayı sevmem, o yüzden lütfen, bu mesajımı görürsen beni arar mısın?" Yazmıştı.

Alaz'in ise kısık sesi sanki mesajın hecelerine bürünmüş gibi yavaş okutturdu bana, yazdıklarını. Günlerden perşembeydi ve olayın olduğu günün geçmesini bekleyip ertesi akşam yazmıştı bana.

"Eve geldim, Nil beni içeri almadı. Mert, o da kuzenin sanırım, dün akşam gittiğini söyledi."

"Sadece iyi olup olmadığını söylemen yeterli."

"Seni bunaltmayacağım."

Alaz... hala beni düşünüyordu.

İç çekerek gözlerimi kaptırken yatağımın ucunda yere çökmüş, Alaz'ın profilindeki çevrim içi yazısıyla bakıştım dakikalarca. Mesajını gördüğümü de, çevrim içi olduğumu da görmesine rağmen gerçekten de yazmadı bana ve biraz sonra çevrimdışıydı. Ata'dan bir bildirim yoktu, son görülmesi de kapalıydı.

Sadece İpek'e, yarın okulda görüşürüz, yazdım ama sonra bu mesajdan Alaz'ın haberi olur da, ona cevap vermediğimi öğrenirse üzülür diye, telefonumu ortalıktan kaldırdım.

Başkalarını düşünerek en ufak bir hareketimi bile ertelemek bana ne kaybettirebilirdi bilmiyorum. Çok fazla başkalarını düşünmemiştim çünkü, kendi yaşı küçük iradem de, başkalarının beni düşünmemesine karşı bir savunma dolamıştı diline.

Ama burası, birkaç aylık konakladığım bu yeni yerdeki bazı insanlar öylesine farklıydı ki... önceki yaşadığım yerlerin küçük metrekarelerine sıkışan insanlar, bunun öfkesini mi çıkarıyordu diğerlerinden.

Ata'yı düşündüm, Alaz'ı, İpek'i, teyzemi ve Nil'i. Sanırım mağaradan çıkma sırası bana gelmişti. Bu yüzden gece saat on ikiye gelmek üzereyken banyodaki duşun suyuna rağmen duydum telefon bildirimimi. Bu beklentilerim sayesindeydi.

Saçlarımı duruladığım suyu kapattım ve bunun bir aramaya değil de bir mesaj biplemesi olduğunu anlayarak, hızlıca giyinip kafamda havlumla yatağıma oturdum.

Ata'ydı. Elim ayağım birbirine girerek telefon kilidini açışım, telaşlıydı.

Büyük bir beklentiyle, hatta satırlar boyu yazılmış bir nefret mesajıyla karşılaşmayı bile kabul edecek bir kalp atışıyla, dokundum ekrana.

Heyecandan bayılacaktım.

"Konuşabilir miyiz?"

O kadar şeyden sonra, bu kadar medenice mi?

Bayılacak mıyız? Karar verdiniz mi?

Saçmalama gerizekalı!

Sol tarafım diğer yanımı ve onun arkasına saklanmış beni azarlarken, çekip aldı telefonu elimden ve verilecek en mantıklı olduğunu sandığı şeyi yazdı.

"Bu saatte mi?"

Tek sorun saat çünkü!

Ben olsam kesinlikle, konuşalımyazardım ve bu kadar uzatıp soğuk davranmazdım. O yüzden de mesajı, heyecandan birazdan patlayıp ortalığı kırmızıya bulayacak kalbimdense, mantığımı dinleyerek yazmıştım.

"Sorun olmayacaksa?"

Hayır olmaz, dememe bile kalmadan penceremin camına tıklandı ve bu, telefon bildiriminden daha çok sıçrattı beni yerimden.

Önce kapıya koştum, aptal kafam, duşa girmeden önce zaten kilitlemiştim ve bunu ancak bir kerede tutamadığım anahtar zorlanınca hatırlayabildim. Bu defa başka bir telaşla pencereye koşarken, kapıya giderken kafamdan düşürdüğüm havluma takıldım, umursamadım, stor perdeyi hızla çektim yukarı.

Ata'nın etrafa bakınan bedeni odamdan gelen ışık sayesinde belli oluyordu. Heyecan gitti ama yerini hızla korkuya bıraktığı için hala kusacakmış gibi kasılıyordu göğsüm.

Sana bir şey yapmaz.

Bunu söyleyen mantığımdı ve ben, bütün Ata düşmanlığına rağmen ona inanmak istiyordum.

Pencereyi açtım. Bana zarar vermeyecek. Bunu kendi de söylemişti bir keresinde. Onu son gördüğümde öylesine bir nefretle gerilmişti ki yüzü.

Yutkunarak bir adım geri çekildiğimde, elleri ceplerinde öne bir adım geldi.

Ben ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Özür dilemek bile istemiyordum çünkü kendimi de düşünmüştüm, buna bencillik denebilirdi.

O kadar tutarsızsın ki... çıldıracağım!

Bana ayıplayarak baktı bu kez bütün benliğim. Tutarsızdım. Hem benden soğusun, uzaklaşsın diye başını belaya sokup; hem de tek mesajıyla onu kabul edecek kadar uymuyordu birbirine, yaptıklarım.

"Sen mi geliyorsun ben mi?"

Bir tutarsızlık daha.

Dudağımı kemirerek, sıkmaktan elimin ağrıdığı pencereyi tamamen iteledim ona yol verirken. O açtığım yolun bizi başka bir çıkmaza götürmesinden öylesine korkuyordum ki...

Çok geçti.

Önceki ziyaretinden daha sessizdi bu kez. Uzun bacaklarından birini içeri uzatıp, yukarıdan destek alarak diğerini de aldı içeri ve yapışıp kaldığım pencereyi benden kuratarak kapattı.

Küçük odam, artık tamamiyle bir fare deliğinden ibaret geldi gözüme, keşke o pencereyi kapatmasaydı; nefes alamıyordum.

"Merhaba."

Neden bu kadar ılımlı? Kötü bıraktığım birinden iyilik görmek beni iki kat ürküten bir tecrübeydi.

Yapmayacağımı söylemiştim az önce, biliyorum ama ben yalvarmaya alışık bir korkaktım.

"Özür dilerim." Diye mırıldandım gözlerine bile doğru dürüst bakmayarak.

Sırtım duvarıma yaslı, Ata ise yatağımın ayakucunda tam karşımda duruyordu. Küçük pencere önünün darlığımdan daha önce hiç şikayet etmemiştim ama öylesine sıkışmış hissediyordum ki kendimi.

Ata önce ıslak ve taranmadıkları için karışmış saçıma, beyaz kazağım ve aynı renk pijama altımla, tıpkı çoktan ruhunu teslim etmiş kadar beyaz, beni baştan aşağı süzdü.

"Dur..." ve güldü.

"...daha özür dileyeceğin kısma gelmedik."

Ne?

Ayakkabılarını, diğerinden yardım alarak çıkardı ve onu içeri almamın verdiği rahatlıkla çıktı dar alandan. Omuzlarında, yağmurdan kalma ıslaklık, siyah şişme montunu çıkardı, onu çalışma masamın yanında duran ayaklı kıyafet askılığımın üzerine attı.

"Ne zaman geldin?"

Sandalyemin tekerlerini döndürerek oraya kurulurken; etraftaki gözleri, cezalıymış gibi put olup beklediğim duvar dibinde durdu.

Konuşma sırasını bana devrederek bakmaya devam ettiğinde, yutkunarak demir karyolasından destek aldığım yatağımın ayakucuna oturdum.

"Bu sabah."

"İki akşam arka arkaya ışığın açılmayınca, evine gittiğini düşündüm."

"Eve gittim."

Bir dakika... Bir farkedişle ağzım açık kalırken, heyecanımın yere çakılmasını önleyecek, yumuşak bir şeyler aradım panikle.

"Buraya mı geldin?"

Dudağını bir yana kıvırarak gülüşü öylesine samimi iki çizgi belirginleştirdi ki yüzünde... Bakma. Milyon kere hatırlattın kendine Zeynep! Ata güldüğünde yüzüne bakma, baktığın sadece dudakları!

Aradığım yumuşaklık bu muydu?

"Geldim tabi. Yaptığının hesabını sormadan, yanına mı bırakacaktım?"

Bir savunma hakinde, endişeyle gerilen bedenime bakarken, yeşil gözleri kendini farkettirmek için sanki bu anı bekliyormuş gibi takıldı gözüme. Geri sindim. Yutkunmaya bile korkarak, sadece ölçtüm onu; bana zarar verebilir miydi?

Ayağa kalkarak, zaten küçük olan odamda bir iki adım sonra tam karşımdaydı.

Ona bakmaya bile korkarak titreyen parmak uçlarımı görmesin diye sıktım avuçlarımı.

Bana bir şey yaptığında, yardım istemeyecek kadar aptal olduğumu, o da keşfetmiş miydi?

Teyzeme seslensem , beni onun elinden almak yerine ikimizi de dışarı atıp, bana ne yapıyorsa orada devam etmesini, söyleyeceğini tahmin edecek kadar biliyordu teyzem ile olan ilişkimi.

Ben hala oturduğum yerden fırlayıp kaçmak için planlar yaparken, göz ucuyla baktığım kapıyla aramda duran bedeni eğildi ve yüz yüze geleceğimiz şekilde iki ayağı üzerinde çöktü.

"Eve gitmek için niye bu kadar acele ettin?"

Teyzemle de bir kavga yaşayacak kadar güçlü hissetmedim kendimi, büyük bir gücenmişlik beni eziyordu. Cevabım sadece aklımda dönüp durdu.

"Telefonun neden kapalıydı?"

Kaçtığım için. Nefret söylemlerine yeteri kadar toktum.

"Zeynep..."

Başını bir omzuna yaslayarak boynunu iyice eğip aşağıdan bana bakabilmek için kaldırdı yüzünü.

Dağınık saçları alnına doğru gölgelerini düşürmüş, yüzü sakin...

"Bugün konuşabilecek miyiz?"

Tekrar bir aptal gibi kendimi ezik gösterdiğimi bile bile, "Özür dilerim," dedim. Ama Ata kabul etmeyerek çattı kaşlarını.

"Özür isteyen yok. Bana sadece, benden şikayetçi olurken amacının ne olduğunu söyle."

Nedenini bal gibi de biliyordu! Ama konuyu nasıl olur da benim ağzımdan, aramızdaki ilişkiye getirirdi, onun peşindeydi! O anlamamazlığa geliyorken ben de yaptım aynısını ve geçiştirdim.

"Bunu konuşmanın giçbir faydası yok şu an. Zaten siciline işlendi, geri ala..."

"Siktiğimin sicili kimin umrumda kızım..!"

Ata sesini yükselttiği an, ne tarafa koşsun bilemeyen korkum, sonunda bu gerginliğe dayanamayarak, çıkıştı.

"Bağırma! Duyacaklar!"

"Ha şöyle." Dişlerinin arasında, bağırmasa bile ters tepen sesiyle diklenmeye devam etti. "Sesin çıksın biraz."

"Sesim çıkıyor Ata! Duymamakta ısrarcı olan sensin."

Israrcı insanlarla bir derdim yoktu düne kadar ama Ata yüzünden artık ölesiye nefret ediyordum onlardan,

"Neden geldin!? Özür istemiyorsun, seni okuldan uzaklaştırdım bunu da umursamıyorsun, o zaman neden geldin!?"

"Seni merak ettim."

Bağırmamak için bastırılmaktan göğsümü sıkıştıran nefesim bir anda patladı, inanılmaz bir kalp ağrısıyla kalakaldım, yüzüne bakarken.

Yeşil gözleri, ışığa sırtını dönmüş olmasına rağmen, istemeyeceğim kadar parlak, yüzü geldiğinden beri ilk kez saklanmayı bırakmış. Kızgın. Kırık.

Beni merak etti.

Ben onu düşünmeden hareket etmeme, kaosu başlatıp kendim için olan kısmı bitirip gerisini onun üstüne yığarak kaçıp gitmeme rağmen; Ata, art arda buraya gelmiş ve beni merak etmişti.

Bu vicdan yapılacak kadar büyük bir şey değil!

Ben bu kadarını bile görmemiştim ki...

Ona sarılmak istiyordum. Günlerdir böyleydim. Defalarca Alaz'a sıkıca yapışmak istemiştim. Yapmamıştım ama daha önce bu ihtiyacımı anlasınlar diye de, gururuma yediremeyip, bakmamıştım yüzlerine.

Annem ne gittiğimde yaptı bunu ne de dönerken. İkisinde de işteydi ve ben kendimi kandırmam gereken yerleri iyi biliyordum.

İsteklerimi saklamayı. Anlamadıkları sürece anlatmamayı...

Ellerimi iki bacağımın arasına sıkıştırırken kırpıştırdım gözlerimi, yine saklamak için. Dudaklarımın arasından en ufak bir ses çıkmasın diye birbirine bastırmaktan mı titriyordu çenem, yoksa boğazımda derin bir kesik varmış gibi hissettiren acıdan mı?

"Gel..."

Bu kadar kolay mıydı?

Ata beni kolları arasına çektiği an ben, saklanmayı; o, aramayı bıraktı.

Bu kadar kolay mıydı beni ağlatmak? Günlerdir taş kalpli gözyaşlarımın kuyruğu dik tutma çabası öylesine bir sessizlikle aktı ki gözlerimden.

Sadece o anda kaldık. Sadece bana sarılışına karşılık vermekten bile korkup sıktığım ellerim, içindekiler taşmasın diye boynuna bastırdığım gözlerim ve dudakları saçlarıma değen Ata...

Seni merak ettim.

Ben de...

•••

Gidecek yerim var z yneş





Yorumlar

  1. Amaaaa yaaaa yazikkkk bu kız ne zaman gülebilecek acaba yazar hanım merak içerisindeyim.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder